…
Atakan Aydın 13-03-2019
Sahipsiz
martı sesleri geliyordu uzaktan, Kadıköy sahilde kol kola dolaşan çiftlerin ve
bir ton ıvır zıvır sesleri geliyordu… Kaçırmış olma telaşı ile koşar adımlarla
ilerliyordum. İskelenin kenarında saçları ağrımış, sakalları tütünden renk
değiştirmiş balıkçı abilerin dışında, sokak hayvanları ve onları izleyen birkaç
mendil satan çocuk vardı. Gözlerim adımlarımın hızında etrafa bakmaya
çalışıyor, bir yandan da telefonumdan saati kontrol ediyordum…
Denizin maviliğinin kenarında oturmuş: kırmızı can alıcı
bir etekle kadın, saçları omuzlarında ve kumral, ince belini beyaz kurdelesi
takip ediyor… Bir kaç adım attıktan sonra geriye baktım, saate baktım ve bu
ikilemde yeis içinde kaldım. Kararım kesin olmamak ile beraber içimde
hissettiğim burukluk beni yavaşlatmış hatta durdurmuştu. Yetişmem gerekli diye
düşündüğüm, iş görüşmesini geleceğime atılacak büyük bir adım olarak görmeye
çalışıyor, çocukluğumdan beri hayalini kurduğum aşk parçalarını bu kadın ile
yapbozun tamamlanacağını da kendime telkin ediyordum…
Karşımda hayatımın en güzel ve en içten inandığım
rüyasını terk edip gitmek ve yaşamın ehemmiyetsiz olan taraflarında yalnız
yüzmek istemiyordum… Denizin ve gökyüzünün kesiştiği şu noktada alnımdan derin
derin terler akarken, gözlerimi alamadığım ve yüzünü dahi göremediğim bu
yabancıya bu derece inanmak, tekrardan mavi gözlü bir devin cumhuriyete sahip
çıkmasını inanmak gibiydi, zor ama imkânsız değil…
Eteğinin rüzgârdan sallanan kısımlarını parmak uçları ile
kapatıyor, yerden aldığı irili ufaklı taşları maviliğin, yorgunluğuna doğru
atıyordu. Adım adım yakınlaşıyorum. Dikkatini çekmek için bir taş da ben alıp hızlı
bir şekilde fırlatıyorum. Fırlattıkça daha da kızıyor, kızdıkça fırlatıyorum. Yaşamın
ürkütücü hiçliğinde, derinlere kaçan şu düşüncelerimi kızgın bir boğa gibi
sakinleştirmeye çalışıyor, ne yapacağımı bilmediğimi ama yaptığım şeyin doğru
olduğunu düşünüp sürekli dilime getiriyordum…
Dalgaların sesleri arasına sıkıştırdığım birkaç cümle ile
beynimde dans ederken; fazla gelen lafügüzafları martılara, dalgalara naralar
atmakta buldum. Yanımdan bir uğultu bir ses, onun dudaklarında şu sözler bir ok
gibi yağdı üzerime: “Bu kadar ses yapacak ne vardı oysa. Bakın bana bayım ses
çıkarmıyorum, keyfini çıkarıyorum… Konuşmak için yaratıldığını düşünmüyorum
dudakların...”
Bunları
söylerken ki hali beni daha çok huşu içinde bırakmaya ve daha da yakınlaştırma
yetmişti. Gözlerimi
göğüs hizalarına bakacak kadar kaldırıyor, sonra söylediğim sözler karşısında
kabahat işlemişçesine etek boyuna kadar geri indiriyordum. “Sessizlikte bir
eylem değil midir? Hem çok susmak insanı delirtir” dedim… Cebinden
çıkardığı sigarasını rüzgâra ve martılara aldırış etmeden, hızlı hızlı içip,
taşlar ile oynamaya devam etti...
On iki veya on üç yaşlarında, kirli saçlı, uzun ve
çelimsiz vücutlu bir çocuk; “Simit! Taze simit!” diye bağırarak arkamızdan
geçerken, adını bile sormaya çekindiğim kadın ayağa kalkıp “ Genç adam bir
simit ver bakalım!” dedi. Parmağının ortasına nikâh yüzüğü gibi taktığı simit
ile yanıma kadar yanaştı. “ Al bakalım! Şimdi kızdığın martılardan af dilemen
için iyi bir fırsat, Hadi al bakalım…” İki parçaya kopardığı simitleri
maviliğin kenarına gelip, bizi seyreden martıları, kuşları doyurmak ile
geçiriyor, fırsattan istifade sorular sormaya çalışıyordum.
Nereden başlayacağımı, ne soracağımı bilmeden “Senin
hikâyen nedir? Ne iş yaparsın?” Diye söze girdim.
“Benim bir hikâyem olduğunu düşünmüyorum, günlerimi deniz
kenarında geçiriyor, kuşları izliyor, mütemadiyen ise sigara içiyorum… Herkesin
namütenahi bir hayal gücü, isteği, arzusu vardır, benim yok. Günlerimi sadece
beyaz bir çorap gibi temiz tutmaya çalışıyorum…”
Hayat öyle tesadüfler ile doludur ki; onca yıl üniversite
ve okul sıralarında bilek çürütüp, güzel bir iş fırsatını bulduğumu
düşündüğümde, yıllardır aradığım gerçeğin o olmadığını sadece ve sadece birkaç
saniye de belki de birkaç saniyeden daha kısa bir sürede fark ettim. Ama şunu gerçekten
bildiğimi düşünüyordum; buraya, bu hayata sadece ve sadece para kazanmak ve
harcamak için gelmediğimizi, daha iyi bir şey için daha muvaffak şeyler için
geldiğimizi, fakat inanmanın en büyük aptallık olduğunu sadece başarmak için
çalışmanın gerektiğini küçük yaşlarımda tanrıyla sohbetlerimde öğrenmiştim…
Gözlerinin maviliğine
doğru bakıp: “Neden beyaz çorap? Beyaz çorapları çok mu seviyorsun?”
dedim.
Gülümsedi:
“Hayır, sevmek değil aslında, benimki bir çeşit inanmak, bağ kurmak...” Dedi.
Bazı hayatlar vardır,
öyle kapalıdır ki yaşamaya, hiçbir güç onların hayatlarını, hikâyeleri kendi
dillerinden başka bilemez. Karşımda hiçbir cevabını alamadığım, belki de kendi
dilimde ama deliler gibi merak ettiğim şu kadını nasıl tanımak istiyorum kim
bilir. Artık bu hayat ile ilgili tahammülüm ve zamanım kalmadı. Yapıştım
kollarına tam bağıracaktı ki: parmağım ile sus işareti yaptım.
“Bakın isminizi bile sormaya çekindiğim şu zaman
diliminde, sizden ürktüğüm ama fevkalade bir ilgiyle sizi merak ettiğim
doğrudur. Ne olur bana izin verin sizi tanımak için, sizi ilk gördüğümde;
yıllardır aradığım gerçeğin siz olduğunuzu fark ettim. Ben sizden gelebilecek
her cevaba hazırım, ama kendinizi bana bahşetmenizi rica edeceğim. Bir de şu
beyaz çorap meselesini…”
Kolunu sert bir şekilde çekti ardından yüzünü ekşitip; “Onca
kirletilmiş duygunun içinde benim beyaz çoraplarıma mı takıldınız? Sizin gibiler
her şeyi, herkesi merak eder. Sonra öğrenmek istediğini duyduktan sonra yani
beyaz çorapları kirlettikten sonra bir köşeye atar ve gider…”
Eteğini düzeltti, çantasını koluna takıp, maviliğin sahil
boyunda arkasına bakmadan ve bir hoşça kal demeden ufuklara doğru yol aldı… O
gidişin ardından deliler gibi merak ettiğim kadını; ellerimden kaybettiğime mi
yanayım yoksa temiz ve güzel beyaz çoraplarına baka kalmama mı?
keyifle okudum..başarılarınızın devamını dilerim...
YanıtlaSilKeyifle okudum, emeğine sağlık. Devamı gelecektir umarım.
YanıtlaSilEmegine Sağlık Keyifle Okudum
YanıtlaSil